
Herkesin vardır kalbinin derininde bir yara. Kiminin derman bulmuştur da çoğunun kabuk bağlamıştır. Eskiden belki de çok eskiden bir çift göz uğruna kurban gitmiştir biçare kalbi. Ok misali kirpikler, gelip de tam ortasından delip geçmiştir de geride iyileşmez bir yara bırakıp, zaman zaman hatta vakitsiz kanayan bir ıstıraba duçar etmiştir.
O hiç ulaşılamayan menzilde, o hiç erişilemeyen ellere kaç gece rüyalarda elini uzatmıştır da hep asılı kalmıştır boşlukta. Bakışlar da yıkılıp düşmüştür yerlere.
Issız köşeler, dağ başları, ırak sahiller şahit. Kimi de çilingir masalarında en hazin şarkılar şahit. Ve bir dert ki dostlar başına. Ne demişti birisi “ Derdimi seviyorum “. Şimdi yeniden çekse yayını yeniden bağrına doğru, kim açmaz ki daha derinden vursun diye yeniden yeniden?
Evet bir yara ki derman tutmaz, felah bulmaz bir onulmaz yara. Hani demişti ya şair “… ben olmaktan çıkıp O olmak… “. Öyle işte, ne O olabildi ne kendi kalabildi. Belki nadana ifşa olmasın diye mutluluk maskesi takıp yüzüne gezmek gerek. Polianna’ya nispet iyimserlik oyunu bir hayat. Oysa sen Mecnun’a sor yahut Leyla’ya derdini.
Nasıl bir beladır ki yönün, yolun ayrı oysa. Arada geçen yollar ve yıllar. Kim bilir hangi sahte duraklarda bir kaç fasıl nefeslenerek dönüyor devran.
Hayat, senaryosunun baştan bize söylenmediği ve hepimizin mecburi figüranları olduğumuz bir tiyatro sahnesi değil mi? Hepimiz kendi dramlarımızı oynuyoruz ama rol yapmıyoruz.
Yaramıza merhem lazım merhem!